19 Nisan 2010 Pazartesi

UYARI! MADDENİN ARDINDAKİ SIR


Bu bölümde okuyacağınız gerçekler, dünyadaki yaşamın en önemli sırrından söz etmektedirler. Maddesel dünyaya bakış açınızı kökten değiştirebilecek olan bu konuyu, çok dikkatli bir biçimde ve sindirerek okumalısınız.

MADDENİN ARDINDAKİ SIR

Önceki sayfalarda incelediğimiz canlılar, açık bir yaratılışın ürünüydüler. Nitekim çevresini akıl ve vicdan yoluyla izleyen kişi farkeder ki, sırf burada verdiğimiz bir kaç örnek değil, evrendeki her şey, özellikle de canlılar bilinçli olarak yapılmış, yaratılmışlardır.
Peki tüm bunlar kim tarafından yaratılmıştır?
Açıktır ki, evrenin her noktasında kendini belli eden "yaratılmışlık", evrenin kendisinin bir ürünü olamaz. Örneğin bir böcek kendi kendisini varetmiş olamaz. Güneş sistemi kendi kendisini yaratıp-düzenlemiş olamaz. Bitkiler, insanlar, bakteriler, alyuvarlar, kelebekler kendi kendilerini yaratmamışlardır. Tüm bunların "tesadüfen" ya da "kendi kendine" oluşması gibi bir ihtimal de sözkonusu değildir.
Dolayısıyla şu sonuca varabiliriz: Gözümüzle gördüğümüz her şey yaratılmıştır... Ancak gözümüzle gördüğümüz şeylerin hiçbiri de "yaratıcı" olamazlar. O halde, Yaratıcı, gözümüzle gördüğümüz her şeyden başka ve üstün bir varlıktır. Kendisi görünmeyen, fakat var olan her şeyin kendisinin varlığını ve vasıflarını gösterdiği üstün bir güç.
İşte Allah'ın varlığını tanımayanların saptığı nokta da buradadır. Bu kişiler, Allah'ı gözleriyle görmedikleri sürece, O'nun varlığına iman etmemeye şartlandırmışlardır kendilerini. Çünkü onlara göre, tüm evreni kaplayan, sonsuza kadar uzanan bir madde yığını vardır ve Allah bu madde yığınının hiçbir yerinde değildir. Binlerce ışık yılı uzağa da gitseler , Allah'la karşılaşmayacaklardır. Bu nedenle Allah'ın varlığını reddederler. (Işık yılı saniyede 300. 000 km hızla giden ışığın 1 yılda katettiği yoldur ve en uzun mesafe birimi olarak kabul edilir)
Ancak bu durumda evrenin her yerinde apaçık görünen "yaratılmışlık" özelliğini gizlemek, evrenin ve canlıların yaratılmamış olduğunu sözde ispat etmek durumunda kalırlar. Evrim teorisi, önceki sayfalarda değindiğimiz gibi, bu konudaki sonuçsuz çırpınışların ünlü bir örneğidir.
Allah'ı inkar edenlerin temel yanılgısı, aslında Allah'ın varlığını inkar etmeyen, ancak çarpık bir Allah inancına sahip olan pek çok kişi tarafından da paylaşılır. Toplumun çoğunluğunu oluşturan bu kişiler, her yanda görünen "yaratılmışlık" örneklerini reddetmezler, ancak Allah'ın "nerede" olduğuna dair ilginç batıl inançları vardır: Çoğu Allah'ın "gökte" olduğunu sanır. Bilinçaltlarındaki düşünceye göre, Allah çok uzaklardaki bir gezegenin arkasında oturur ve çok nadiren "dünya işlerine" karışır. Ya da hiç karışmaz; evreni bir kere yaratmış ve bırakmıştır, insanlar kendi kaderlerini kendileri çizerler...
Başka kimseler Kuran'ın Allah'ın "her yerde" olduğuna dair haberini duymuşlardır, fakat bunun anlamını tam olarak çözemezler. Bilinçaltlarındaki düşünce, Allah'ın radyo dalgaları ya da görünmez, hissedilmez bir gaz gibi maddeleri çevrelediği şeklindedir.
Oysa bu düşünce ve baştan beri saydığımız, Allah'ın "nerede" olduğunu bir türlü çözemeyen (belki de bu yüzden O'nu inkar eden) düşünceler, ortak bir yanlışa dayanmaktadırlar: Hiçbir temele dayanmayan bir önyargıyı benimsemekte, ondan sonra da Allah ile ilgili olarak zanlara kapılmaktadırlar.
Nedir bu önyargı?..
Bu önyargı maddenin varlığı ve mahiyeti ile ilgilidir. Ve eğer bunu aşabilirsek, çok büyük ve etkileyici bir gerçekle karşılaşırız. İlerleyen sayfalarda Kuran'ın işaret ettiği bu büyük gerçeği açıklamaya çalışacağız.

ELEKTRİK SİNYALLERİNDEN OLUŞAN DÜNYA

"Dış dünya" olarak tanımlanan şey, elin hissettiği, gözün gördüğü, dilin tattığı, burunun kokladığı, kulağın duyduğundan ibarettir. Kısaca, "dış dünya" hakkındaki tüm bilgilerimizin kaynağı beş duyumuzdur. Doğumumuzdan itibaren bu duyulara bağlı olduğumuz için "dış dünya"nın, duyularımızın bize tanıttığından farklı olabileceğini hiç düşünmemişizdir. Evrenin tıpkı bizim algıladığımız gibi olduğuna öyle şartlanmışızdır ki, bu konuyu tartışmayı bile gereksiz buluruz.

Bir cisme, örneğin bir muma baktığınızda gözünüze trilyonlarca ışık parçacığı ulaşır. Bunlar kimyasal etkileşimler oluştururlar ve bunun sonucunda beyne gönderilecek bir elektrik akımı üretilir. Artık görüntünün orjinalinden eser kalmamıştır. Beyne sadece elektrik akımı gider. Bu akım saniyenin milyonda biri gibi çok kısa bir süre içinde görme merkezine ulaşır. Beynin bu merkezi bu akımı değerlendirir ve "görme" dediğimiz olay oluşur.
Oysa, bugün birçok bilim dalında yapılan araştırmalar, klasik evren ve madde anlayışını yıkarak son derece farklı bir anlayışı beraberinde getirmiş, algılarımız ve algıladığımız dünya ile ilgili ciddi şüphelerin oluşmasına neden olmuştur.
Öncelikle bilinmesi gereken gerçek şudur: Beynimizde "dış dünya" olarak oluşan kavram yalnızca elektrik sinyallerinin beyinde yarattığı bir etkidir. Rengin kırmızılığı, tahtanın sertliği, dahası anneniz, babanız, aileniz, sahibi olduğunuz bütün mallar, eviniz, işiniz ve bu kitabın satırları yalnızca ve yalnızca elektrik sinyallerinden ibarettir.
İsterseniz önce bunun teknik açıklamasına bir göz atalım. Bildiğimiz gibi dış dünyayı algılamamıza yarayan beş duyumuz vardır. Bunların hepsi de aslında aynı prensiple çalışırlar; beyne elektrik sinyallari gönderirler.
Konuyu açıklamak için öncelikle, dış dünya hakkında bize en çok bilgi veren duyumuz olan görmeden söz edelim.
"Nasıl görüyoruz?" sorusuna verilecek cevap genellikle "tabii ki gözümüzle görüyoruz" olur. Ancak durum pek de öyle değildir. Görme olayı oldukça aşamalı bir biçimde gerçekleşir. Cisimden gelerek göze giren ışık demetleri (fotonlar) bir dizi işlemden sonra elektrik sinyaline dönüştürülür ve beyne elektrik sinyali olarak ulaşır. İşlemin buraya kadar olan bölümü hemen herkes tarafından bilinir. Ama genelde dikkatlerden kaçan nokta şudur: Dış dünyadaki ışık ile beynin algıladığı şey, aynı şey değildir. Yani görme merkezine ışığın kendisi değil, elektriksel bir bilgi ulaşır. Görüyorum derken, aslında zihnimizdeki elektrik sinyallerini seyrederiz ve bildiğimiz tüm evreni birkaç cm3 büyüklüğündeki görme merkezinin içinde algılarız.
Bu nedenle, dış dünyayı gören merkez, göz değil, beyindeki görme merkezidir. Ve beyne giden şey ışık değil, elektriksel bir bilgidir. Zaten beyin ışığa yalıtkandır; içi kapkaranlıktır. Bu nedenle de ışığın kendisiyle muhatap olması mümkün değildir.
Duyma algısı da aynı şekilde çalışır: Ses dalgaları beyin tarafından elektrik sinyaline çevrilir ve duyma merkezine yollanır. Gözün çalışma sisteminde olduğu gibi, ses dalgaları da elektrik sinyalleri şeklinde sinirler vasıtasıyla duyma merkezine iletilir. Ayrıca ışık dalgalarında olduğu gibi, ses dalgalarının da duyma merkezine ulaşması mümkün değildir. Çünkü beyin ses dalgalarına karşı da yalıtkandır.
Diğer duyular da aynı sistemle çalışır. Tad, koku ve hissetme duyuları, dilde, burunda ya da deride değil, beyinde yaşanırlar.

"DIŞ DÜNYA" BEYNİMİZİN İÇİNDE OLUŞUYOR

Yukarıda anlattığımız fiziksel gerçekler bizi tartışılmaz bir sonuca ulaştırır: Bizim gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz ve adına "dünya" ya da "evren" dediğimiz şey, sadece ve sadece beynimizde oluşan elektrik sinyalleridir.
Dolayısıyla, örneğin meyva yiyen biri, aslında meyvanın beynindeki algısıyla muhatap olur, aslıyla değil. Kişinin "meyva" diye nitelendirdiği şey, meyvanın biçimi, tadı, kokusu ve sertliğine ait elektriksel bilginin beyinde hissedilmesinden ibarettir.
Bir insanın kendisinden çok uzakta sandığı maddeler de aslında beyninin içindedir. Örneğin insan göğe bakıp yıldızları seyreder ve bunların kendinden milyonlarca ışık yılı uzakta olduklarını sanır. Oysa yıldızlar onun içindedirler; beynindeki görüntü merkezindedirler. Aynı şekilde uzaktaki dev bir gemiye bakan kişi, aslında o gemiyi beyninin içinde seyreder. Bu yazıları okurken içinde oturduğunuzu sandığınız odanın da aslında içinde değilsinizdir; aksine oda sizin içinizdedir.
Çünkü algılarımızın bize tanıttığı "dış dünya", aynı anda beynimize ulaşan elektrik sinyallerinin bütününden başka bir şey değildir. Beynimiz hayatımız boyunca bu sinyalleri değerlendirir. Biz de bunları maddenin "dışarıdaki" aslı sanarak yanıldığımızın farkında olmadan bir ömür süreriz.
Yanılırız, çünkü algılarımızla maddenin kendisine asla ulaşamayız. Bu yüzden de, zihnimizde "dış dünya"nın aslını gördüğümüzden asla emin olamayız.

EKRANLA YAŞAYAN ADAM

Bu anlattıklarımızı daha kolay anlaşılır hale getirmek için bir örnek verelim. Doğduğu andan itibaren bir evde yaşayan, bu evin dışına hiç çıkmamış, hatta evin dışını hiç görmemiş bir insan düşünün. Evin hiçbir penceresi, açılabilir kapısı olmadığını varsayın. Bu insanın dış dünyayla olan tek bağlantısının da bir televizyon ekranı olduğunu düşünün. Diyelim ki bu ekranda her gün çeşitli kişilerin görüntüleri ve konuşmalar belirsin. Dünyanın farklı ülkelerinden farklı kişiler, bu ekran aracılığıyla bu insana mesajlar yollasınlar, ona kısa televizyon yayınları ile bağlansınlar.
Bu tip bir durumda olan insan, dış dünyayı sadece televizyon ekranında seyrettiği mesajlarla tanıyacaktır. Ekranda belirip kendisiyle konuşan insanları dostu olarak kabul edecektir. Örneğin kendisine sık sık dostça mesajlar yollayan yirmi kişi varsa, dünyada yirmi ayrı arkadaşı olduğunu düşünecektir. Bu arkadaşlarının kendi ülkeleri, evleri ve çevreleri hakkında verdiği bilgileri öğrenecek, belki bunların ekrandaki görüntülerini seyredecek ve bu sayede dış dünya hakkında bilgi edinecektir. Hatta belki de kendisini izleyen bir kamera aracılığıyla ekrandaki insanlarla karşılıklı konuşma imkanı elde edecek, dostlarıyla ekran aracılığıyla sohbet imkanı bulacaktır.

Sinir sistemimizin beynimize taşıdığı, soğukluk, basınç, acı, yumuşaklık, vb. gibi algıları meydana getiren elektrik uyarılarının kaynağı dogal olmayabilir. Bir bilgisayar sistemi ile oluşturulan aynı elektrik uyarıları, beyinde sanki doğal bir kaynaktan gelmiyormuşçasına inandırıcı uyarılar meydana getirecektir.
Bu insanın beslenmesinin de sadece özel geliştirilmiş bazı haplarla sağlandığını düşünün. Kendisine televizyon ekranından bazı meyvalar gösterilsin ve bu mevyaların tadlarının bu haplarla aynen sağlandığı söylensin. Bu durumda bu insan elma yemek istediğinde kendisine bir "elma hapı" verilecektir. Portakal yemek istediğinde "portakal hapı" yutacaktır. Bu hapların koku ve tadlarının, ekrandan gördüğü meyvaların koku ve tadlarına aynen benzediğine inandığı sürece de, gerçek dünyaya büyük ölçüde ulaşabildiğini düşünecektir.
Ancak bu insan büyük bir yanılgı içinde olabilir. Neden mi?... Çünkü televizyon ekranında izlediği insanların "aslını" hiçbir zaman görmemiştir. Kendisine sadece bir takım elektrik sinyalleri gelmekte ve bunlar da ekranda insan görüntüsü ve sesi olarak belirmektedir. Ama bu elektrik sinyallerinin kökeni, hiç ummadığı bambaşka bir kaynak da olabilir.
Örneğin bu insan, dünyada değil, Mars gezegeninde kurulmuş küçük bir uzay üssünde yaşıyor olabilir. Ekranda izlediği ülkeler, şehirler, evler, insanlar; bunların hepsi birer senaryo olabilir. Aksine, buz gibi bir gezegenin ortasındaki ölü bir vadide kurulmuş küçük bir üste, kendisinden başka bir kaç teknisyenle yaşıyor olabilir. Ekran aracılığıyla konuştuğunu sandığı dostları ise, yine tamamen hayali insanlar olabilirler. Belki de ekranın içinde küçük bir bilgisayar vardır ve bu bilgisayar önceden kaydedilmiş görüntüleri düzenli olarak bu şahsa gösteriyordur. Belki bu bilgisayara bağlı olan kamera, sözkonusu kişinin sözlerini anında analiz edip, ekranda gösterdiği görüntülere de bu sözlere uygun cevaplar verdiriyordur. Yuttuğu elma ya da portakal hapları da, aslında elmayla ya da portakalla hiçbir ilgisi olmayan koku ve tadlara sahip olabilirler.
Kısacası, sözkonusu kişi, tamamen yapay ve hayali bir dünyada yaşıyor olabilir. Çünkü kendisine ulaşan bilgiler, sadece birer elektrik sinyalidir. Monitörde gördüğü insanların aslını, ya da kendisine tarif edilen dünyanın aslını hiçbir zaman göremez. Haplarını yuttuğu meyvaların aslını hiçbir zaman tadamaz. Dış dünya sandığı şey, bir bilgisayara önceden kaydedilmiş olan, kendisinin tepkilerine göre yeniden çizilen ve kendisine düzenli olarak yollanan elektrik sinyallerinden başka bir şey değildir.

BEYİNDE OLUŞAN EVREN

Yukardaki örnekte tarif ettiğimiz insanın durumu, aslında hepimizin içinde bulunduğu durumdur. Çünkü biz de yaşamımız boyunca bize ulaşan "elektrik sinyalleri" ile, yani algılarla muhatap oluruz. Bunlar beyinde yorumlanır ve dış dünya beynin içinde kurgulanır. "Dışarda" ne olduğunu ise asla bilmeyiz.
Dahası, "dış dünya" dediğimiz şeyi nasıl algıladığımız, tümüyle bizim algılamamıza, yani beynimizin kendine göre yaptığı yoruma bağlıdır. Bu nedenle, "dış dünya" tümüyle izafi bir kavramdır.
Bunu açıklamak için yine üstteki ekran örneğine başvuralım. Örnekte üç temel öğe vardır: Ekrana gelen elektrik sinyali, bu sinyali anlaşılabilir bir görüntüye dönüştüren televizyon ekranı ve görüntüyü izleyen kişi. Görüldüğü gibi sinyal ile kişi arasındaki aracı, ekrandır. Kahramanımız, ekran sinyalleri nasıl yorumluyorsa, öyle algılar. Örneğin eğer ekran kendisine ulaşan elektrik sinyallerini görüntü değil de, dalga boyu olarak ekrana dökmeye ayarlıysa, bu kez yollanan sinyaller bir insan görüntüsü olarak değil, karmaşık bir grafik olarak ekrana dökülecektir. (Kalp atışlarını gösteren hastanelerdeki elektrokardiyografi cihazı gibi.) Ekran, kendisine gelen elektrik sinyallerinin dalga boylarını rakamsal olarak göstermeye de ayarlı olabilir. Bu durumda ekrana bakan kişi, anlamlı görüntüler değil, milyonlarca karmakarışık sayı görecektir. Ekran kendisine gelen sinyalleri düzenli görüntülere çevirse bile, yine de aldatıcı olabilir; eğer renklerin negatif göstermeye ayarlıysa, siyahları beyaz, kırmızıları da yeşil olarak resmedecektir.
Yani ekrana gelen sinyaller tek başına bir şey ifade etmezler, yorumlanmaları gerekir. Yorumlamayı yapan ise ekrandır ve bunu çok farklı şekilde yapabilir. Ancak, dikkat edilirse, bu yorumlar tümüyle izafidir.
Bu durum, algılarla muhatap olan, ancak bu algıları beynimizin yorumu sayesinde anlamlı hale getiren bizler için de geçerlidir. Beynimizin bize çizdiği dünyanın içinde yaşarız. Beynimiz kendisine ulaşan elektriksel algıları anlamlı görüntülere dönüştürür. Oysa gerçekte, evrende ne gördüğümüz, tanımladığımız gibi ışık, ne işittiğimiz gibi ses ve ne de algıladığımız gibi bir sıcaklık mevcuttur. Duyu organlarımız, beynimize bir takım algılar aktarmakta ve bunlar beyinde izafi yorumlara neden olmaktadır.
Aynı şey diğer algılar için de geçerlidir. Örneğin duyma algısı: "Dış dünya"daki ses dalgalarını örneğin bir senfoniye çeviren aslında beynimizdir. Yani müzik, beynimizin oluşturduğu bir algıdır. Aynı şekilde renk algısını ele alalım; renkleri görürken aslında gözümüze ulaşan sadece farklı dalga boylarıdır. Bu farklı dalga boylarını renklere çeviren yine beynimizdir. Örneğin; elmayı kırmızı görmemizin sebebi elmanın yansıttığı dalga boyunun beynimiz tarafından kırmızıya dönüştürülmesidir. Yani aslında ne elma kırmızı, ne gökyüzü mavi ne de ağaçlar yeşildir. Onlar, sadece biz öyle algıladığımız için öyledirler. Algı, algılayana bağlıdır.
Hayvanların farklı şekillerde ve farklı renklerde görmesi, algının algılayana bağlı olduğunun bir başka kanıtıdır. Bir at için gökyüzü mavi değil, gridir. Arılar insanların tersine ultraviyole ışınlarını da görürler ve bu yüzden bambaşka renkler algılarlar. Timsahlar, köpekler ve tarla fareleri için ise herşey siyah-beyazdır. Hayvanlar sadece renkleri değil, şekilleri de insanlardan farklı algılarlar.
Bu durum karşısında, doğal olarak ilk sorgulanması gereken şey, insanların gördükleri mi doğru, yoksa hayvanların gördükleri mi? sorusudur. "İnsanın gördüğü en doğrudur veya hayvanın gördüğü en doğrudur" demenin herhangi bir dayanağı olamayacağı ortada olduğuna göre, en doğru açıklama, algılanan nesnenin mutlak gerçekliğinden emin olamayacağımızdır.
Diğer bir deyişle, varlıklara yüklediğimiz tüm nitelikler, "dış dünyada" değil, içimizdedir.
Peki o zaman "dış dünya"da geriye ne kalır ki?...

KAFATASIMIZIN İÇİNDE Mİ YAŞIYORUZ?

Şu gerçeğin altını tekrar çizelim: Bir cismi bize "var" dedirten, o cisme ait görme, dokunma, duyma gibi algıların bizde oluşmasıdır. Ancak bu algılar, cismin kendine ait özellikler değil, zihnimizin o cisme yüklediği özelliklerdir. Yani görme ve duyma gibi sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık, tat alma ya da acı gibi tüm algılamalarımız "dış dünya"da olan şeyler değil, zihnimizde meydana gelen etkilerdir.
Dolayısıyla, her nesne yalnız algıların bir toplamı olduğuna, algılar da yalnız zihinde var olduğuna göre, "dış dünya"nın sadece algılardan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Yani tanıdığımız dünya, zihnimizin içinde olan, orada çizilen, seslendirilen ve renklendirilen, kısacası zihnimizde meydana gelen bir dünyadır ve bizim emin olabileceğimiz tek dünya da budur.
Bu durumda "dış dünya" dediğimiz şeyin maddesel varlığı da şüpheli bir hale gelmektedir. Çünkü muhatap olduğumuz evren, maddesel varlıklar evreni değil, algılar evrenidir. Algıların maddesel karşılıkları olduğunu ise asla ispatlayamayız. Aynı, televizyon ekranının kendisine çeşitli insanların ismiyle gösterdiği görüntülerin, gerçekten o insanlara ait olduğunu asla ispatlamayacak olan örneğimizdeki insan gibi...
Bunu gözlemlemek de mümkündür. Yapay olarak oluşturulan uyarılar sonucunda, dışarıda herhangi bir maddesel gerçeklik yokken, beynimizde aslı kadar gerçek ve canlı bir maddesel dünya oluşabilir.
Örneğin her türlü elektriksel sinyalin kaydedilebildiği çok gelişmiş bir kayıt cihazı düşünelim. Önce herhangi bir mekana ait tüm verileri (vücut görüntüsü, sesler, dış ortam vs.) elektrik sinyallerine dönüştürerek bu cihaza aktaralım. İkinci olarak beyninizi vücudunuzdan ayrı bir yerde yaşatabildiğinizi düşünelim. Son olarak kayıt aletini sinir görevi görecek elektrotlarla beyne bağlayalım ve önceden kaydedilmiş verileri beyne ulaştıralım. Bu durumda, kendinizi yapay olarak meydana getirilen bu mekanın içinde yaşıyor hissedersiniz. Sadece beyinden ibaret olduğunuzu anlamanız ise hiçbir zaman mümkün olmaz. Çünkü beynin içinde bir dünya oluşması için gerekli olan, gerçek bir dünyanın varolması değil sadece bir takım uyarıların olmasıdır. Bu uyarıların yapay bir kaynaktan, örneğin bir kayıt cihazından ya da daha farklı bir algı kaynağından geliyor olması ise pekala mümkündür.
Dolayısıyla tüm yaşamımız da yapay algıların bir toplamı olabilir. Yani evren dediğimiz şey, bir hayalden ibaret olabilir.
Nitekim, bize bunu fiili olarak gösteren rüya gibi açık bir örnek de vardır.

RÜYADAKİ DÜNYA


Nesnel gerçekler olmasa da onları var zannetmek rüyada olan bir olaydır. Rüyamızda hüzünlenir, sevinir, acı duyar ya da zevk alırız. Bir dakikada bir macera yaşayabiliriz. Oysa bunları beynin dışında sağlayan hiçbir maddi gerçeklik yoktur.
Rüyanızda olaylar tamamen sizin kontrolünüz dışında gelişir. Ne yeri, ne zamanı, ne de senaryoyu siz tayin edersiniz. Uykunuzun bir yerlerinde kendinizi aniden olayların içinde buluverirsiniz. Değişik mantık örgüleri, anlaşılmaz doğa yasalarıyla karşı karşıya kalmanıza rağmen bunlar size hiç de garip gelmez.
Sizin için gerçek, elle tutulan, gözle görülen şeylerdir. Oysa rüyada da "elinizle tutar, gözünüzle görürsünüz", ama gerçekte ne eliniz vardır, ne gözünüz, ne de görülüp-tutulacak birşey. Açıkça aldanırsınız.
Peki gerçek yaşamla rüyayı ayıran nedir? Gerçek yaşamın sürekli olup, rüyanın kopuk kopuk olması ya da rüyada farklı sebep-sonuç ilişkilerinin bulunması mı? Bunlar temelde önemli farklar değildir. Çünkü sonuçta her iki yaşantı da beynin içinde oluşur.
Rüya sırasında gerçek olmayan bir dünyada rahatlıkla yaşayabiliyorsak, aynı şey pekala içinde bulunduğumuz dünya için de geçerlidir. Rüyadan uyandığımızda gerçek yaşantı dediğimiz daha uzun bir rüyaya başladığımızı düşünmemize engel hiçbir mantıklı gerekçe yoktur. Rüyayı hayal, dünyayı gerçek saymamızın nedeni, alışkanlıklarımız ve önyargılarımızdan başka birşey değildir.

BEYİNDE BİR ALGI DEĞİL Mİ?

Buraya kadar anlattığımız gibi, yaşadığımız dünyanın beyinde oluştuğuna kuşku yoktur. Ama asıl önemli soru burada ortaya çıkar. Eğer tüm gördüklerimiz ve yaşadıklarımız aynı rüya gibi maddesel bir gerçekliğe dayanmayan görüntülerse, bu görüntüler nasıl oluşmaktadır?
Bu görüntülerin kaynağının beynin keşfedilmemiş bir fonksiyonu olduğu söylenir kimi zaman. Buna göre rüya, hafızanın, nasıl olduğu anlaşılamayan bir biçimde "ürettiği" bir şeydir. Kısacası "beyinde bu görüntüleri gösteren kim?" sorusuna, aslında hiçbir delil olmadığı halde "beynin kendisi" cevabı verilmektedir.
Oysa, eğer "dış dünya"nın, ki bu "dış dünya"ya bedenimizi de dahil ediyoruz, bir görüntüler bütünü olduğunu anlıyorsak beynimizi de bu "dış dünya"dan ayrı değerlendiremeyiz. Beynimiz de bu görüntüler bütününün bir parçasıdır.
Rüya ile ilgili bir örnek konuyu daha iyi açıklayabilir. Rüyayı, şimdiye kadarki anlatımlara uygun olarak, beynimizin içinde seyrettiğimizi düşünelim. Rüyada hayali bir bedenimiz olacaktır. Hayali bir kolumuz, hayali bir gövdemiz, hayali bir gözümüz ve de hayali bir beynimiz. Rüya sırasında bize "nerede görüyorsun?" gibi bir soru gelse, vereceğimiz cevap "beynimde görüyorum" olacaktır. Beynimizin nerede ve nasıl bir şey olduğu sorulsa, hayali elimizle hayali kafatasımızı tutup "beynim bu kafatasının içindeki bir kilodan biraz daha ağır bir et parçasıdır" cevabı vereceğiz.
Ama ortada beyin falan yoktur, hayali bir kafatası ve hayali bir beyin vardır. Görüntüyü gören, rüyadaki hayali beyin değil, ondan daha "ötede" olan bir varlıktır.
Rüyadaki ortamla gerçek hayat dediğimiz ortam arasında herhangi bir fiziksel fark yoktur. Öyleyse, bize gerçek hayat dediğimiz ortamda, "nerede görüyorsun?" sorusu sorulduğunda da üstteki örnekteki gibi "kafatasımızın içindeki et parçasında" cevabını vermenin fazla bir anlamı yoktur.
Beyni analiz ettiğimizde karşımıza, diğer canlı organizmalarda da bulunan protein ve yağ molekülleri gibi moleküllerden daha farklı bir malzeme çıkmaz. Yani beyin dediğimiz et parçasında, görüntüleri meydana getirecek, bilinci oluşturacak, kısacası "ben" dediğimiz şeyi yaratabilecek birşey yoktur.
Gören, beyinin daha "gerisinde"dir ve ondan daha farklı bir varlıktır.
Bu "varlık", gören, hisseden, düşünebilen, sevebilen, korkabilen, akıl ve bilinç sahibi, kendisine "ben buyum" diye bir benlik veren varlıktır. Bu varlık "canlı"dır ve ne madde ne de görüntü değildir.
Dolayısıyla hisseden, gören, düşünen ve "ben" dediğimiz şeyi vücudun dışında aramamız gerekir. Din bu "ben"i ruh olarak ifade eder. "Dış dünya" dediğimiz şey, bu ruh tarafından seyredilen bir hayaldir. Nasıl rüyadaki bedenimizin ve dış dünyanın maddesel bir gerçekliği yoksa, içinde yaşadığımız evrenin ve sahip olduğumuz bedenin de maddesel bir gerçekliği yoktur.
Gerçek olan şey, ruhtur. Madde ise, sadece ruhun gördüğü algılardan ibarettir.

GERÇEK MUTLAK VARLIK

Şimdiye kadar anlatılanlar, çok büyük bazı gerçeklerin anlaşılmasını sağlamaktadır.
Öncelikle ortaya çıkan gerçek, maddenin kendi başına müstakil bir varlığı olmadığıdır. Madde bir algı olduğuna göre, "yapay" bir şeydir. Yani bu algının bir başka güç tarafından yapılması, daha açık bir ifadeyle yaratılması gerekir. Hem de sürekli olarak. Eğer sürekli bir yaratma olmazsa, madde dediğimiz algılar da yok olur giderler. Bu, bir televizyon ekranında görüntünün devam edebilmesi için, yayının da sürekli devam etmesi gibidir.
Dolayısıyla, içinde yaşadığımız tüm maddesel evreni, yani algılar bütününü yaratan ve sürekli yaratmaya devam eden üstün bir Yaratıcı olmalıdır. Bu Yaratıcı, bu denli görkemli bir yaratılış sergilediğine göre bunu mutlaka bir amaca yönelik olarak yapmalıdır. Bu amacı bize öğretmesini beklememiz ise en mantıklı sonuçtur. Aynı Yaratıcı'nın bize verdiği mantıklı düşünme yeteneği, bu sonuca varmamızı sağlar.
Nitekim o Yaratıcı, bize kendisini tanıtır. Yarattığı algılar evreni içinde bir de kitap yaratmıştır ve bu kitap yoluyla bize Kendisini, evreni ve bizim mahiyetimizi tanıtır. O Yaratıcı Allah, Kitabının ismi ise Kuran'dır. Kuran'ın bize öğrettiği ilk gerçek ise, Allah'ın evren dediğimiz tüm bu algılar bütününü yarattığı, tüm bu algılar bütününün hakimi ve sahibi olduğu ve tüm bu algılar bütününü "kuşattığı"dır.
Bir ayette, "göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, her şeyi kuşatandır" (Nisa Suresi, 126) denilerek bu sır haber verilir. "Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah kuşatandır, bilendir" (Bakara Suresi, 115) ayeti de, Allah'ın tek mutlak varlık olduğunu ve her yerde yalnız O'nun var olduğunu haber verir.
Göklerin ve yerin, yani evrenin sabit ve kararlı olmadığı, sadece Allah'ın yaratmasıyla vücud buldukları ve O yaratmayı durdurduğunda yok olacakları ise, bir başka ayette şöyle ifade edilir:
"Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim'dir, bağışlayandır." (Fatır Suresi, 41)
Bu gerçek karşısında, "Allah nerede?" şeklindeki klasik sorunun cevabı da açıkça belli olur.
Girişte de belirttiğimiz gibi, insanların çoğu, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediklerinden, O'nu göklerde bir yerlerde bulunan ve dünya işlerine pek karışmayan bir varlık olarak tahayyül eder. Bu mantığın temeli, evrenin bir maddeler bütünü olduğu, Allah'ın da bu maddelerin "dışında", uzak bir yerlerde bulunduğu şeklindedir. Bazı dinlerdeki Allah inancı da bu yöndedir.
Oysa, şimdiye dek incelediğimiz gibi, madde bir algıdan ibarettir. Gerçek mutlak varlık ise Allah'tır. Böyle olunca da, Allah'ın madde topluluğunun "dışında" olması gibi bir şey sözkonusu olamaz. Allah ancak "her yerde"dir ve herşeyi kaplamaktadır. Kuran'daki "Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır" ifadesi (İsra, 60) bu gerçeği haber vermektedir.
"Dış dünya" dediğimiz evren ise (buna kendi bedenimizde dahildir), Allah tarafından yaratılan bir hisler ve algılar bütününden başka bir şey değildir. Allah bunları sürekli olarak yaratır. Nasıl uykumuzda bize hiçbir maddesel gerçekliği olmayan rüyalar gösterirse, "uyanık" olduğumuz zaman da yine hiçbir maddesel gerçekliği olmayan algılar gösterir.
Bunların seyrederken, yani hayatımızı sürerken de, bize en yakın olan varlık, herhangi bir algı değil, Allah'ın kendisidir. Kuran'da yer alan "andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız" (Kaf, 16) ayetinin sırrı da bu gerçekte gizlidir.

TABİAT KANUNLARI?..

Bütün bu gerçekler karşısında, "tabiat kanunları" denilen şeyin ne olduğunu da yeniden düşünmek gerekiyor. Tümüyle görüntüler ve algılardan oluşan bir ortamda nasıl "kanun" oluşabilir? Sadece bir algı olan suyun "kaldırma kuvveti" nasıl olabilir? Ya da yine sadece bir hayal olan havanın sürtünme etkisine sahip olması nasıl açıklanabilir?
Kuşkusuz bunlar maddeci düşüncedeki sebep-sonuç illişkileri ile açıklanamaz. Nitekim Kuran ayetleri, tabiat kanunlarını alışılagelmiş maddeci düşünceden çok daha farklı açıklar:
Göğün boşluğunda boyun eğdirilmiş kuşları görmüyorlar mı? Onları Allah'tan başkası tutmuyor. Şüphesiz iman edenler için bunda deliller vardır. (Nahl Suresi, 79)
Sizin Rabbiniz, fazlından aramanız için denizde gemileri sizin için yürütür. (İsra Suresi, 66)
Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır..." (En'am Suresi, 95)
Gökten yere her işi O (Allah) evirip düzene koyar... (Secde Suresi, 5)
Bu ayetlerde anlatılan gerçek, ancak tüm evrenin bir algılar bütünü olduğunun anlaşılmasıyla kavranabilir. Çünkü tabiat kanunları dediğimiz şeyler, Allah'ın görüntüleri bir düzene göre yaratmasından başka birşey değildir. Örneğin Allah bir çiçek görüntüsü yaratmadan önce bir tohum görüntüsünü yaratır. Tohum görüntüsünü yaratmadan çiçek görüntüsünü yaratmaz. Yani sebepleri de bunların sonuçlarını da yaratan Allah'tır. Tabiat kanunları denilen şeyler ise bu düzenli yaratılmanın insanlar tarafından isimlendirilmesinden başka birşey değildir.
Bunun gibi, gemilerin sürekli yüzer şekilde yaratılmasını bizler suyun kaldırma kuvveti olarak yorumlarız. Aynı şekilde kuşların uçar şekilde yaratılmasını da havanın kaldırma kuvveti şeklinde yorumlarız. Gerçekteyse ayetlerde; "kuşları gökte Allah'tan başkası tutmuyor" veya "gemileri sizler için yüzdürür" gibi ifadelerle, doğada herhangi bir güç olmadığı, Allah'ın olayları bu şekilde düzenlediği anlatılmaktadır. Kaldırma kuvveti, yer çekimi kuvveti gibi doğada varolduğunu sandığımız kuvvetlerse, bu düzenli yaratılmayı bizim isimlendirmemizden başka birşey değildir.
Zaten eğer maddesel boyutta düşünülürse, tonlarca ağırlıktaki bir metal yığını olan geminin suyun üzerinde durması ya da bir et parçası olan bir kuşun havada kolaylıkla süzülmesi, normal karşılanabilecek olaylar değildir. Bunları sürekli gördüğümüz ve "suyun kaldırma kuvveti"ya da "aerodinamik" gibi kavramları duymaya alıştığımız için, bu tür olayları normal karşılarız. Ancak bu önyargıdan uzak olan, örneğin hayatında ilk kez bir gemi ya da kuş gören bir insan, sözkonusu cisimlerin nasıl olup da suda ya da havada kalabildiklerine şaşıracaktır.
Kuran ayetleri bu konuya işaret eden büyük sırlar verirler. Örneğin gölgenin olması için bir ışık kaynağı olması gerektiğini herkes bilir. Ama Kuran, gölge ve ışık ilişkisiyle ilgili hiç alışık olmadığımız bir mantık aktarmaktadır:
Rabbini görmedin mi, gölgeyi nasıl uzatıvermiştir? Eğer dilemiş olsaydı onu durgun kılardı. Sonra biz güneşi ona(gölgeye) bir delil kılmışızdır. (Furkan Suresi, 45)
Dikkat edilirse ayet, gölgenin, güneşin bir etkisi olarak "kendiliğinden" oluştuğunu değil, özel olarak yaratıldığını bildiriyor.
Allah'ın güneş ve gölge örneğiyle anlattığı gerçek, doğada birbirini etkileyen, biri diğerinin sonucu olan hiçbir olayın olmadığıdır. Olayların meydana gelmesine neden olan, bunların sebepleri gibi görünen şeyler değildir. Herşey ruhumuzun seyrettiği, hissettiği görüntülerden ibarettir ve bir görüntünün diğer bir görüntüyü etkilemesi mümkün değildir. Hiçbir görüntü bir diğerinin sonucu ve sebebi olamaz. Güç sadece Allah'ındır ve her görüntü, her an Allah tarafından yaratılır. Allah sürekli yaratır, ve varlıklar ancak bu şekilde var olmayı sürdürürler. "Sizi de yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır" ayeti bu gerçeğin çok açık bir ifadesidir. (Saffat Suresi, 96)
"Dış dünya"yı algılamamızla, rüya arasında bir fark olmadığını hatırlayalım. O zaman gölge-güneş ilişkisi ile ilgili ayet daha iyi anlaşılır. Rüyamızda gördüğümüz bir gölge, rüyamızdaki güneş nedeniyle mi oluşmaktadır? Olmayan bir güneş, nasıl gölge oluşturabilir? Hatta rüyamızda güneşin parlaklığı gözümüzü kamaştırabilir. Ortada gerçek bir güneş, dolayısıyla da ışık olmadığına göre, bizim gözümüzdeki etki, özel olarak meydana getirilmektedir. Aynı mantık, rüyada yediğimiz ve gerçekte olmayan bir meyvenin tadının algılanması, ya da çarptığımız ve gerçekte olmayan sert bir cismin verdiği acı için de sözkonusudur.
Doğadaki olayları birbirinin sebepleri ve sonuçları olarak algılamamızın nedeni, Allah'ın sebepleri ve sonuçları ard arda yaratmasıdır. Yani bir filmin karelerden oluşması gibi, teker teker hayatımızın kareleri yaratılmaktadır. Örneğin, ilk karede ağaç, ikinci karede ise meyvesi yaratılır. Biz ise bu iki olayı ard arda gördüğümüz için meyvenin sebebini ağaca veririz. Oysa ağacı da meyveyi de yaratan Allah'tır...

UYKU, RÜYA, ÖLÜM, AHİRET...

Kuran'ın uyku olayı hakkında bildirdikleri de dünyanın gerçek niteliğinin anlaşılmasına yardımcı olur. Allah uykuyu şöyle açıklar:
Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda. Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı tutar, öbürsünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır. (Zümer Suresi, 42)
Sizi geceleyin öldüren (uyutan) ve gündüzün güç yetirip etkilemekte (yapıp kazanmakta) olduklarınızı' bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten (uyandıran) O'dur. Sonra en son dönüşünüz' O'nadır. Sonra yapmakta olduklarınızı size O haber verecektir. (En'am Suresi, 60)
Görüldüğü gibi Kuran'da uyku hali "ölüm" olarak adlandırılıyor. Bildiğimiz "ölüm"le "uyku" hali arasında bir ayırım yapılmıyor. Bu da bize uyku sırasında yaşanan olayın, ölümle aynı sistem içinde gerçekleştiğini gösterir.
Peki nedir uykuda gerçekleşen ve ölümle bu kadar benzeşen olay?
Uyku, insanın ruhunun, "uyanık" olduğu sırada kullandığı bedenini bırakmasıdır. Rüya görmeye başlandığında ise bu kez yepyeni bir beden kullanılmaya başlanır ve yepyeni bir ortam algılanır.
Aynı şekilde, ölümle birlikte dünya ortamı ve bu ortamda kullanılan bedenle olan ilgi kesilir, yeniden dirilişe kadar sürebilecek olan bir "uyku" döneminden sonra, ahiret ortamı ve bu ortamda kullanılacak olan bedenle yeniden yaşama başlanır.
Dünyanın bir "görüntü" olduğunu insan ahirette daha iyi anlayacaktır. Yapılması gereken düşünmek ve Allah'ın varlığını geç olmadan kavramaya çalışmaktır.